Küçük bir çocukken, kış günleri sıcak evimizde sobanın arkasındaki minderde ninemin dizinde bana anlattığı masalları dinlemek dünyadaki en güzel şeydi, çok anılar yaşadık. Bir-varmış, bir yokmuş diye başlayan, pireler berber, develer tellal diye devam eden masallar… Ne büyük bir heyecandı çocuk kalbimde bu masalların sonunu heyecanla beklemek… Babamın işten dönüşü, annemin soba üzerinde mis kokan yemekleri, hep birlikte yenilen yemekler, kestane pişirdiğimiz karlı kış geceleri…
Unutamadığım anılarımdan bir tanesi de babamın kış akşamları elinde filesi ile getirdiği portakallardı. Babamın gelişini dört gözle bekler, her meraklı çocuk gibi ilk önce fileleri karıştırırdım…
Portakal bana yağmurlu soğuk kış günlerini hatırlatır. O zamanlar şimdiki gibi naylon poşetlerin çok da yaygın olmadığı zamanlardı. Kese kâğıtlarının, pazar çantalarının, Pazar sepetlerinin ve Pazar filelerinin hani şu Türk filmlerinde sıkça gördüğümüz ipten örülmüş, delikli filelerin olduğu zamanlar. O zamanlar portakal ve mandalinalar yapraklarıyla birlikte satılırdı. Kese kağıdından yapraklı portakalları özenle seçer ve onları en sona saklar öyle yerdim…
O zamanlar portakal ve mandalinalar yapraklarıyla birlikte satılır demiştim. Şimdi o gıcır gıcır topu andıran görüntüsü pek olmazdı. Bu meyvenin de yaprağı nasılmış diye merak etmezdik. Çünkü bir kısmının üzerinde zaten yaprakları olurdu. Ve mis gibi portakal, mandalina kokusu…
Yemeden önce ilk yaptığım bu mis gibi portakal, mandalina kokusunu içime çekmek olurdu. Sonra tabiî ki yeme kısmına geçerdim. Yedikten sonra kabuklarını küçük küçük doğrayarak oynamayı pek severdim. Bir de portakal, mandalina kabuklarını yanan sobanın üzerine koyardık, doğrusu odaya portakal bahçesi kokusu dolardı. Şimdilerde öğrendiğime göre portakal da P,A,C,D, ve B vitaminleri ile kalsiyum, fosfor, demir, sodyum, magnezyum ve protein bulunuyormuş. Ne mübarek bir meyveymiş diye düşündüm. Bize sunulan bütün diğer nimetler gibi…
O zamanlarda bahçemizde oynadığımız, ninemin kiraz ağacına kurduğu salıncakta sallanmak, toprak ve gazoz kapaklarıyla yaptığımız oyunlarla büyümek benim çocukluğuma dair hatırladığım en güzel ve doyumsuz anılardı. Şimdiyi gördüğümdeyse; beton binalar arasına sıkışıp kalan çocuklar, tatminsizlik, teknoloji ile gelen can sıkıntısı da cabası..ne kadar çocukluklarını yaşayabiliyor sorusunu aklıma getiriyor? Ben çok şanslıydım, bahçeli bir evde geçti çocukluğum, incir, kiraz, dut, üzüm, erik ağaçlarından meyveleri kendim toplar yerdim arkadaşlarımla… Çocuktuk ve mutluyduk.. Gaz lambası ışığında masalların büyülü dünyasında büyüdük… Şimdilerde de düşünüyorum, var mıdır böyle güzellik ve doğanın içinde bir çocukluk yaşayan? Stresten, yorgunluktan, depresyondan uzak… Ben var olduğunu düşünerek ve dileyerek bitirmek istiyorum hikayemi, darısı diğer çocukların da başına diyerek… Kalın sağlıcakla ve sevgiyle….
Bir cevap yazın